AHMET YEŞİLTEPE- GAZETECİ NTV

Anadolu tarihinin en yıkıcı depremlerinin ardı ardına yaşandığı Hatay’a kültür mirasının durumunu görmek ümidiyle gittim. 6 Şubat’taki Kahramanmaraş merkezli ikiz depremlerin önce yıktığı, Antakya merkezli depremin kalanı da yok ettiği coğrafyada gördüklerim, tahmin ettiklerimden vahimdi.

Üstünden 1 ay geçmiş felaketin yaralarını sarmak için devlet kurumları, sivil toplum kuruluşları ve dünyanın dört bir yanından gelen yardım ekipleri canla başla çalışıyorlardı. 1 Mart itibarıyla dev kum yığınlarına dönüşmüş binaların altındakilerden artık ümit tümüyle kesilmiş, enkaz kaldırma çalışmalarına geçilmişti. Dev vinçler, kazıcı ve delici iş makinaları sahada hummalı bir faaliyet içerisindeydi.

30 yılı aşan meslek hayatımda gördüğüm bu en büyük tahribatın dijital kayıtlara geçmesi ve “belgesel” niteliğe dönüşmesi amacıyla Antakya merkezinde kameraman arkadaşımla 4 günlük bir yolculuğa çıktık. Kimi zaman arabayla, çoğunda yürüyerek ulaştığımız yaklaşık 40 kilometrelik hat üzerinde gördüklerim asla unutamayacağım bir kabus dekoru gibiydi. 

Bosna İç Savaşı, 11 Eylül Saldırıları, İkinci Karabağ Savaşı, Suriye’de ve Ukrayna’da hâlâ devam eden çatışmalara tanıklık etmiş bir gazeteci olarak karşılaştığım manzara hem fiziken hem de psikolojik yönden diğerleriyle kıyaslanamayacak kadar kötü ve sarsıcıydı. Her adımda karşınıza çıkan hazin insan öyküleri, üst üste yığılan trajik fotoğraf kareleri mevcut tablonun tarihi niteliğini öne çıkarıyordu. Bu, uzun zamandır coğrafyamızda görülen en büyük doğal afetti.

Yıkımın Fotoğrafı

Hatay’ın merkez ilçesi Antakya’ya kuzey yönünden, Havalimanı civarındaki Akıncılar mevkiinden yaklaşarak ilerleyince karayolu çevresindeki konutların tedricen, “az hasarlıdan yıkılmışa doğru” bir görüntü vermeye başladığını fark ettik. 

Hele kent merkezine 10 kilometre mesafeden başlayan manzara kelimenin tam anlamıyla içler acısıydı. Artık “tümüyle yıkılmış” konut ve işyerlerinin çevrelediği bu uzun mesafeli yolculuğu kimi noktalarda yıkıntıların çevresini arabayla dolaşarak, bazen de durup şaşkınlık içerisinde görüntü toplayarak tamamladık. Bazı binaların yıkım şekli öyle farklı, öyle “beklenmez” haldeydi ki...

Bütün halinde, temellerinden koparak adeta yekpare dev bir lahit gibi öne ya da arkaya düşen apartman blokları, kolonlarından bir ya da ikisinin kesilmesi nedeniyle belirli bir yöne doğru çökmüş yapılar, ya da adeta kum yığını şeklinde olduğu yerde moloz dağına dönüşmüş binalar... Temel matematik ve fizik kuralları bilgisine sahip herhangi birinin ilk gördüğü anda anlayacağı cinsten; gereken mühendislik çalışması eksik, hatalı veya baştan savma yapılmış olduğu aşikar binalar. Muhakkak ki eksik malzeme kullanımı da bu vahim manzaranın ortaya çıkmasına katkı sağlamıştı. 

İlerleyen satırlarda “çok sayıda faktörün bileşiminden” söz edeceğiz, lakin bu “ilk gözlem” niteliği taşıyan notlar aslında Hatay’dan geriye kalan, alınması gereken “derslerin” giriş sayfasını oluşturuyor.

Normalde arabayla 10 dakikayı almayacak bir mesafeyi 2 saate yakın bir zamanda aşıp Antakya kent merkezine ulaştık. Belediye olarak “Büyük Şehir” kategorisindeki, son derece kalabalık, yapıların dip dibe durduğu bu yerleşimde bizi, derin bir sessizlik ve yıkıntılardan hala yükselmekte olan duman, toz ve bunların oluşturduğu kalın bir sis duvarı karşıladı. Bu, distopik film sahnelerinde göreceğimiz türdeki dekor görüntüsünün gerçekliğini suratınıza çarpan ise kesif, son derece rahatsız edici kokuydu. Tanımlamakta güçlük çektiğim bu kokuyu, yıllarca bu kente gidip gelmiş, yakından tanıyan ve seven biri olarak tanımlamakta hâlâ güçlük çekiyorum.  


Anadolu’nun en lezzetli sofralarını kuran, lezzet şölenlerinin kokusunu yudumladığımız hele Mart aylarında Habib-i Neccar dağından şehre doğru esen rüzgarlarla buram buram kır çiçeği, defne kokan Antakya’da bu defa ölüm kokusu vardı. Yardım feryatları yerini çaresizliğin ağır sessizliğine bırakmıştı. Enkazın kaldırıldığı noktalardan moloz yükü taşıyan onlarca kamyon yollarda çaresizlik kervanı gibi peşisıra dizilmişti.

Şehrin merkezindeki yıkımın boyutlarını kameraya anlatırken; “daha önce böyle bir şey görmedim”, cümlesini sıklıkla tekrarladığımı montaj sürecinde fark ettim. Belli ki yaşadığım şaşkınlık ve acının tezahürü bu cümleye yüklenmişti.

Ailesini, yakınlarını, sevdiklerini kaybeden, hemen her şeyi enkaz altında kalan insanların yığıldığı çadır yerleşimler acı ve kederin bir başka menziliydi. Her girdiğimiz çadır yerleşimi kederli gözlerle bize bakan, “bir umut” yardım eli bekleyen insanlarla doluydu. Enkaz altından hâlâ çıkarılamayan yakınları için destek isteyenler, üzerinden geçen bir aya rağmen “ulaşılamayan kayıpların” hikâyesini soluksuzca anlatıyorlardı. Cümleler kimi anlarda gözyaşları bazen de acı feryatlarıyla kesiliyor, ama çoğunlukla buruk bir sessizlik içerisinde noktalanıyordu.

Antakya’nın merkezinde, kent kültürünün yaşayan simgesi Uzun Çarşı ve Kurtuluş Caddesinde yürürken, kadim geçmişine ait izlerin de depremle silinmeye yüz tuttuğunu gözlemledik. Eski-yeni arasında ayrım yapmayan felaketin yol açtığı tahribat özellikle tarihi nitelik taşıyan ibadethanelerde daha net görülüyordu.


Hatay’daki Yıkım Neden Büyüktü?

Hatay’daki yıkımın bu derece büyük olmasının sebepleri arasında yanlış veya özensiz mühendislik hesaplarına dikkat çekmiştik. Bunun kötü inşaat malzemesi ve uygulamadaki suistimallerle afetin boyutlarına etki ettiği aşikardı. Yapılan incelemelerde, inşaat uygulamalarında bölgedeki zeminin de dikkate alınmadığı anlaşıldı.

Alüvyonlu toprak üzerine inşa edilen binalar depremin büyüklüğünü “yüksek şiddetle” yapılara aktarmıştı. Yani 6,4’lük büyüklük 8’e veya 7,8’lik büyüklük 9’a çıkan bir şiddet dalgasıyla yapıları vurmuştu. Buna “zemin büyütmesi” adı veriliyordu. Deprem dalgalarının genlik, frekans içeriği ve süresinin dalgaların içinden geçtiği zemin tabakalarının fiziksel ve dinamik özelliklerine bağlı olarak değişmesi, yani “zemin büyütmesi” Hatay’ın özellikle merkezinde; Antakya, Defne ve Samandağ hattında korkunç bir şiddet katsayısı oluşturmuştu.

“Zemin sıvılaşması” da bu hattın bir başka sorunuydu. Zemin “alüvyon” denilen henüz suyunu kaybetmemiş, diyajenez sürecini (taşlaşma-taş haline geçme) tamamlamamış özellik göstermesine rağmen yapılaşma rant hevesiyle devam etmiş, yüksek binalar hıncahınç, yan yana adeta tepeleme inşa edilmişti. Halbuki bölgede yer altı suyu seviyesi 0-10 metre arasındaydı ve zemin, kum-silt boyutundaki malzemeden oluşuyordu. Normalde bu tür zeminlerin üzeri imara açılmadan önce jeolojik-jeoteknik etütlerle belirlenmesi gerekirken, Hatay’da bu türden bir çalışma yapılmamıştı. Asi nehri boyunca kurutulmuş alüvyonlu bölgede ciddi düzeyde “sıvılaşma tehlikesi” vardı, açıkça görülüyordu ama bu durum dikkate alınmamıştı. Uygulamaların sonuçları açısından büyük bir yıkıma her yönden kapı açılmış, adeta davetiye çıkarılmıştı. Amik Gölü ‘nün kurutulması ve Amik ovasının imara açılması yetmemiş, tam orta yerine havaalanı inşa edilmişti. 

Deprem bölgesine yaptığımız 4 günlük yolculuğun hattında, en fazla kaybın ve yıkımın olduğu Antakya-DefneSamandağ hattı üzerinde binlerce bina “zemin büyütmesi” ve “zemin sıvılaşması” tehlikesi bilinmesine rağmen dikilmişti. Asi nehrinin değiştirilen akış yatağına doğru genişleyen, kurutulan Amik Gölü’nün havzasına yayılarak büyüyen Hatay’ın merkezi harabeye bu şekilde dönmüştü.

 

Geçmişten Günümüze Bir Ders Kitabı; Hatay 

6 Şubat tarihli depremler ve ardından gelen Hatay depremi, afet bölgesindeki tarihi eser ve kültür anıtlarını da etkiledi. Ancak ilginçtir; kimi eserler kendi dönemlerindeki yapı tekniklerinin bir sonucu olarak doğru malzeme, titiz tasarım ve dirençli zemine uygulamayla şiddetli sarsıntılardan sağ çıkmayı başardı.

Hatay’ın Payas ilçesindeki Sokullu Mehmed Paşa Külliyesi, Antakya merkezde yer alan Aziz Piyer Mağara Kilisesi, Aziz Simon Manastırı kalıntıları ve Samandağ’daki Titus Tüneli bu örneklerden bazıları. Yakın zamanda tadilat geçirmesine rağmen ağır tahribat gören veya tümüyle yıkılan tarihi yapılar da var. Bunların başında Habib-i Neccar Camii geliyor. Belki de bu tadilatların hakkı verilmiş olsaydı tarihi yapıların büyük çoğunluğu ayakta kalacaktı. Her halukarda, geçmiş uygulamalardan ve inşaat yöntemlerinden ders alınması gerekiyor.

Hatay son yıllarda Suriye ile gerilen ilişkiler yüzünden yoğun göç aldı. Bunun sonucu olarak rant hedefli yapılaşmanın doruğa çıktığı bir sürecin içine yuvarlandı. Toplumsal etkileri henüz tam olarak ortaya konmasa da, depremin ardından bölgeden Türkiye içine doğru, ciddiye alınması gereken bir nüfus hareketliliği yaşanması kaçınılmaz.

Özellikle Suriye’den gelenlerin bölge dışına çıkmalarına izin verilmeyişi, ileride çözümü kolay olmayacak demografik sorunlara da yol açabilir. Buna dikkat edilmeli.

Hatay’ın merkezi Antakya’nın; yıkımın ardından nerede ve hangi yöntemlerle kurulacağı, kuşkusuz uzmanların önerileri dikkate alınarak kararlaştırılmalı. Ancak yüzlerce yıl yıkıcı depremlerle savrulan bir kentin, aynı yerde ayağa kaldırılmasında ısrar etmek, yeni dramlara yol açabilir. Antik Çağdan günümüze kadar ulaşan kalıntıların bir bölümü, dönemlere göre oldukları gibi korunabilir. Böylece gelecek kuşaklara; örnek alacakları bir tür doğal afetler ve uygarlıklar karşılaştırması yapabilme olanağı tanınır. Kültür, toplumların inşa ettiği ve onların varlığını, sürekliliğini sağlayan taşıyıcı kolonlardır. Geçmişten günümüze ulaşmayı başarmış yapılar ve kültür çeşitliliği, sadece bu toprakların değil, insanlığın da ortak kültür mirasıdır. Hatay’ın özgünbiricik kimliğini oluşturan kadim mekanlarını; “şehrin mühür yapılarını” ayağa kaldırmak, rengarenk kültür mozaiğini yaşatmak ve gelecek kuşaklara aktarmak zorundayız. Bu, tüm insanlığa karşı görevimiz.